Rss Feed
  1. Hz. Hatice Nurdan Damla


         Nurdan Damla'nın romanlarından biri olan Aşka Adanmış Bir Ömür Hz. Hatice, çok yakınlarda okumuş olduğum bir kitap. İslam dinini ilk tanıyan insanlardan birinin hayatını anlatan kitabın Hz. Hatice'yi konu edinmiş olması, kitabın arka kapağında yer alan yorumlardan birinde olduğu gibi önemli. Örnek bir insan olmasına rağmen bu tip eserlerde daha detaylı işlenebilir Hz. Hatice.

         Nurdan Damla'nın bu konudaki çabası takdir edilebilir bir nitelikteyken, kitabın içeriği ve üslubu ciddi anlamda zayıf kalıyor. Bu da okuma konusunda okuyucuyu bayağı zorlayan etkenlerden biri. 
         
         Dini kitap ve romanlarda dikkatimi çeken iki özellik var: Birincisi Arapça kökenli kelimelerin rahatsız edecek derecede fazla kullanılması, galiba bu durumun dini bilgi almak isteyen insanları cezbedeceği düşünülüyor. İkincisi ise, yine Arapça kelimelerin sık kullanıldığı, sıfat tamlamalarının birbirini izlediği, bütününe bakınca neredeyse hiç bir anlam ifade etmeyen benzetmeler. Yine bunun okuyucuyu etkileme amaçlı yapıldığını düşünüyorum. Yalnızca bu kitap için değil bu gözlemlerim, ancak bu kitap da bu saydıklarıma iyi bir örnek bana kalırsa.

         Bu tip bir anlatım okuyucuyu etkilemediği gibi aksine bir çok yerde insanı bunaltan bir hale geliyor. Hele o uzun uzun yapılan betimlemeleri mantıklı düşünerek okuyorsanız, "cümlede anlam" denen şeyin önemsenmediğini rahatlıkla söyleyebilirsiniz.

         Kitapta bu gibi anlatım ve üslup sıkıntıları bana kalırsa bolca mevcut. Bu sıkıntılar yetmez gibi bilgi verme, hikayeleme konularında da yazarın zayıf kaldığını düşünüyorum. Daha önce az çok bu tarz kitaplar okumuş, Hz Hatice hakkında kabaca bilgisi olan bir insan bu kitaptan yeni bir şeyler öğrenmek umuduyla okumamalı. Ama bilgileri bir zaman akışı içinde tazelemek için, ya da hiç bilgi sahibi olmayıp ilgisi olan bir okuyucunun bilgi alması için iyi bir kitap olabilir.

         Nurdan Damla'nın kaleminden okuduğumuz Hz. Hatice, İslam dinini yaşamak isteyenler için örnek alınacak bir insan. Edebi olarak daha fazla kaynak mutlaka mevcuttur ama insanların ilgisini çekecek şekilde romanlaştırılması ciddi bir çalışma. Damla'nın bu kitabı umarız daha detaylı çalışmalara bir temel olabilir.

  2. Ay Terapİsİ

    24 Mart 2014 Pazartesi

       


         Kitaplarında hastalarıyla olan ilişkilerini, birlikte girdikleri çıkmazları konu edinen Mustafa Ulusoy, bu kez özel bir terapi yöntemi önererek anlatıyor hikayelerini. Ay Terapisi, belki bir çok hastanın ruhunu huzura kavuşturan bir teknik olarak, bu kez okurlara sesleniyor göğe bakmaları için.

         Ne çok isteriz bazen birinin bizim sorunlarımıza ilgi göstermesini. Kimi zaman anlatılamayan, kimi zaman anlatılıp da anlaşılmayan ne çok sıkıntımız var her birimizin. Elinize aldığınız bir kitapta bu sıkıntının ayniyle anlatılmış olmasına ne demeli? Ya bir de çözüm öneriyorsa? Eğer kitabın yazarı onlarca insanı tanımış, sorunlarına çözüm aramış bir psikiyatr ise bu mümkün olabilir. Daha önce Aynalar Koridorunda Aşk ile kendisinden söz ettiğimiz yazar yine kendine özgü anlatımı ve empati yeteneği sayesinde okuyucuyla bütünleşmeyi, kimi zaman da yüzleşmeyi başarmış.

         Yeryüzündeki sorunlardan, karmaşadan ve insanın el uzatabildiği her şeyden bunalan okuyuculara basit bir öneri sunuyor Ay Terapisi: başınızı göğe kaldırın. Çünkü: "Orada sükunet vardır; çünkü orada çatışma, kırılganlık, altta kalma,üste çıkma, önde gitme, arkada kalma, laf sokuşturma gibi yeryüzüne ait yaşantılar yoktur." "Yeryüzünde ne kadar karmaşa varsa, gökyüzünde o kadar düzen vardır."

         "Ne ağaçlar, ne dağlar, ne de deniz insanlarla uğraşır. Ancak bu gibi nesneler yeryüzünde oldukları için, insan onların sınırlarını ihlal eder ve onların dünyalarına kendi bencil arzularını bulaştırır."

         Ay terapisinde yer alan kısa öykülerden her biri, insanın kibrini, bencilliğini, benliğini, kendinin olmayanı nasıl da sahiplendiğini, bunların her birini kendi içinde de hisseden okurun yüzüne vuruyor. Belki sizin de terapiniz Ay'dadır. Belki bir kaç gece art arda Ay'daki sükunu izlemek, sizi sükuta erdirecek bir anahtardır.

         Nice terapi hikayelerini daha Mustafa Ulusoy'un insani yaklaşımı ve akıcı üslubuyla okumak, bir kez okuyan için bir ihtiyaç halini alacaktır.

         Keyifli okumalar...

  3. Cehennem Çİçeğİ

    15 Şubat 2014 Cumartesi


        "Pazarlığa açık değilse ruhum, Şeytan beş para vermeyeceğindendir; çünkü ben Alper Kamu, gösterişli bir yalan, insanlığın kara yazgısına vurulmuş lanetli bir mühürden başka bir şey değilim."

         Alper Canıgüz'ün Oğullar ve Rencide Ruhlar ile yarattığı Alper Kamu yine insanın aklını bulandırmakta bir numara. Beş yaşına bakmadan okuru sık sık ters köşe yapan bir karakter bu kadar sevilebilir miydi sorunun cevabı muhtemelen Alper Canıgüz'ün yeteneğinde saklı.
         Amcasının ölümüyle ondan kalan bazı eşyalara ulaşan Alper Kamu, amcasının hayatıyla ilgili kafasında oluşan karmaşayı çözmek ister. Bunun yanında mahallede yeni tanıştığı bir çocuk sayesinde yine bir polisiyenin içinde bulur kendisini. Bu dedektiflik işi tabii ki onun için çocuk oyuncağıdır. Emniyet teşkilatıyla arasını düzeltmek için de bir fırsat. Tüm bu gizemli olaylar yetmez gibi aşk hayatında da alması gereken dersler vardır Alper Kamu'nun ve tüm bu zorlukları göğüslemek için her zaman kullandığı ofisi, yatağının altı, ona güvenilir bir liman olacaktır.
         Aşk, işleri çıkmaza sokan en temel sebep Cehennem Çiçeğinde. Karakterlerin hepsi acılar yaşar, herkes farklı dersler alır bu aşklardan. Birbirini tamamlayan aşklar, aldatma, ölüm, cinayet, hepsi Alper Kamu'nun uzmanlık alanıdır nihayetinde, mesele yoktur. Yine de o, karnı acıktığında yaptığı önemli işleri bırakması gereken bir çocuktur. Anne baba sevgisi ise tüm bu tehlikelere katlanma sebebi.
        Bir çocuktan hiç beklemeyeceğiniz sözler savuruyor bu küçük velet, doğru. Ancak hiç biri rahatsız etmiyor çünkü en baştan kabullenmiştiniz Alper Kamu'nun normal bir çocuk olmadığını. Yine de bu "çocuğun" yaşadığı şeyler o kadar anormal ki, yabancı bir filmde izleseniz çok hareketli görsel sahnelerle ancak tamamlayabilirsiniz. Alper Canıgüz'ün en büyük başarılarından biri burada olsa gerek, her biri bildiğimiz, gördüğümüz "memleketten" manzaralarla süslenmiş bu sıra dışı olaylar o kadar olabilir duruyor ki, hiç yadırganmıyor.
         Kitabın içinde tam anlamıyla yeni bir kitap kadar vurucu Karanfil Kız hikayesi, hem kitaba hem hayata öyle bir darbe vuruyor ki tekrar tekrar dönüp bakılır, tekrar tekrar okunur. Bu küçük hikaye Alper'e olayları çözdürüyor fakat gözünün önündeki gerçek hala bir köşede duruyor, büyük aşkı Hatice gibi.
         Oğullar ve Rencide Ruhlar'dan sonra geçen onca yıla rağmen neden bu çocuk hala beş yaşında?

         "Bütün aşklar küllenir, bütün babalar ölür, bütün hikayeler biter. Birinin yıkıntıların nöbetini tutması gerekir; işte o yüzden, biri hariç, bütün çocuklar büyür."
       

  4. Satranç

    5 Şubat 2014 Çarşamba



        Stefan Zweig'ın son uzun öyküsü olan Satranç, yazıldığı dönemin etkisini altmış dört kareden yansıyanlarla anlatıyor. Bir gemi yolculuğunda, sadece meraklı gözlerin şahitliğinde, iki satranç ustasının oyununu hikaye eden yazar, bu kısacık oyundan çok bu iki ustanın durumunu analiz ediyor.
         Biri sadece ve sadece satrançtan anlayan, konuşmaktan dahi aciz, hep daha çok kazanmak için oynayan, yenilgiyi görmemek için çekilmeyi kabullenen Mirko Czentovic, diğeri kendisine sunulan hiçliği zihninde oynadığı oyunlarla dolduran Dr. B. Oyunculardan ikisi de satrançta usta, ancak bu başarı bambaşka yollarla gelmiştir ikisine de. Hikayeye önce Mirko'nun yükselişini izleyerek başlarken, sonra Dr. B. nin yaşamını tanıma fırsatı buluyor okuyucu. Hikayenin ise ikisinden de farklı bir gözden anlatılması sizi hem objektif hem daha meraklı kılıyor okurken.
         Okumayı sökemeyen, hantal bir çocuk olan Mirko, satranca olan anormal yeteneğiyle birden ün kazanmış ve dünya şampiyonu olmuştur. Bu adamın dünyası satrançtan ibarettir ve öyle kalmaması için Mirko'nun hayatı boyunca hiç bir girişimi olmamıştır.

        "Böyle olağanüstü dahice bir oyunun ister istemez göreceli ustalar yaratacağı gerçeğini uzun zaman önce anlamıştım; ama dünyayı yalnızca siyah ile beyaz arasındaki dar yola indirgeyen, otuz iki taşı bir oraya bir buraya, bir ileri bir geri oynatarak hayatının zaferini kazanmaya çalışan  kıvrak zekalı bir insanın yaşamını kafada canlandırmak ne kadar güç, ne kadar olanaksızdı..."

        Mirko'nun o tepeden bakan tavırları, çıkarı olmadığında bir adım dahi atmaması, dönemin otoritesini çağrıştırırken Dr. B.'nin hayatı bu otorite yüzünden bunca değişime uğramıştır. Devlet içindeki gizli yazışmalardan haberdar olan Dr. B.bir gün nasyonel sosyalist güçler tarafından fark edilmiş ve sıcak bir otel odasında misafir edilmiştir. Bu misafirlik epeyce uzun sürer ve tamamen bir hiçlikten oluşursa bir insanın delirmesi işten değildir. Neyse ki Dr. B. bir askerin cebinden bir kitap aşırma şansına erişmiştir fakat bu kitap bir satranç yıllığı ise hırsızının hayallerini suya düşürür. Çalan kişi bu kitabın içindeki oyunları kendi oynayarak hiçlikten kurtulduğunda kendini bambaşka bir dünyada bulur. Bir kişinin içinde iki kişi olmuştur. Siyahla beyaz amansız bir mücadeleye tutuşmuştur.
         Bu iki dahinin yollarını kesiştiren gemi, tarihe geçmeyecek ancak hafızalardan silinmeyecek bit oyuna sahne olduğunda, okuyucu kitabın yazıldığı dönemdeki o gerilimin içinde bulur kendisini.

         "...yani satrançta kendine karşı oynamak, kendi gölgenin üstünden atlamak gibi bir çelişkidir."

         "Ama ne kadar soyut görünürlerse görünsünler, düşünceler de bir dayanak noktasına  gereksinim duyarlar, yoksa kendi çevrelerinde anlamsızca dönmeye başlarlar; onlar da hiçliğe katlanamaz."

         "...Bana gelince; bence iş ne kadar açık olursa, o kadar iyidir. Bir Bay Czentovic'in bana iyilik yapmasına izin vermektense ve sonra bir de ona teşekkür etmek durumunda kalmaktansa, para öderim daha iyi."

       
       

  5. Mutlu Yıllar!

    1 Ocak 2014 Çarşamba


         Yeni yıl hepimize sağlık mutluluk getirir umarım :) Tabi başarı için biraz çabalamak şart. Bu yıl kaç kitap okuyoruz? Hedeflerimizi belirleyelim, yıl boyunca aşmaya çalışmak eğlenceli olacak :) Alt sınırı 50'de tutuyorum ben. Mutlu yıllar!!!

  6. Yabanci

    26 Aralık 2013 Perşembe

       
         1942'de yayımlanan Yabancı, günümüze bu kadar yabancı değilse eğer, bu kitabın ciddi bir derdi vardır. Kolayca akıp giden 110 sayfalık küçücük bir kitap, dönüp her satırını ayrı ayrı irdelediğinizde size yüzlerce şey verebilir. Tabi ki alacakları okuyucunun bakışıyla doğru orantılıdır ama bir kitabın içi doluysa, içi doludur.
         Bir annenin ölümüyle ve "Bugün annem öldü.Bilmiyorum, belki de dün." sözleriyle başlıyor kitap. Cenaze töreninde yaşananlar, ardından evladın şehre ve kendi yaşamına dönmesi, arkadaşları ve komşularıyla geçirdiği sıradan günler. Günleri geçirmek için yaptığı ayak üstü laflamalar, başkalarına yaptığı yardımlar var adamın. Bunun dışında sevgilisiyle görüşüyor sık sık, denize gidiyor ve bunlar en çok hoşlandığı işler. Yine "sıradan" olan günlerden birinde kazara işlenen bir cinayet,uzun sorgulamalar, mahkemeler, hapishane hayatının benimsenmesi, bunların hepsi de normalleşiyor yabancı için. Ancak idama kadar giden bir yolda insanın düşünmeye ve günlerini gözden geçirmeye vakti olduğunda, denizi ve gökyüzünü özlemesi aslında o kadar yabancı da olmadığını göstermez mi? Hikaye bu kadar sade, olaylar bu kadar az, bir cinayet bile ancak bu kadar sade anlatılabilirdi. Olaydan çok yabancının iç dünyası sizi vuran, kullanılan üslup ve bakış açısı. Okurken anlatıcının iç dünyasından görüyorsunuz olayları ama okurken ara ara da olsa bir de dışarıdan bakmaya çalışın, ne kadar farklı görünüyor dışarıdan her şey.
         İlk bakışta göze çarpan etrafındakilere, olaylara ve hayatın kendisine kayıtsız bir adam oluyor. O adam yabancı, çünkü gündelik olayların onun için bir değeri yok,gün yaşanması ve bitirilmesi gereken anlardan oluşuyor. Bir yemek yemek, arkadaşlarla hoş sohbetler hepimiz için hoşa giden, yapılmaktan zevk alınan ve fırsat kollanan şeyler. Birinin kendi içinde bunları gereksiz ve değersiz bulması, onu topluma ve hayata yabancılaştırmaz mı?
         Peki, biraz daha altlarına bakalım hikayenin. Adam gerçekten kayıtsız, güneşin gözünü alması ona annesinin ölümünden daha çok rahatsızlık verebiliyor. Kendi hareketlerini bile dışarıdan bakar gibi inceleyebilen daha doğrusu istemsizce inceleyen bir adamdan söz ediyoruz. Biriyle yaptığı bir sohbet onu alakadar etmezken, denizi ve güneşi seviyor. Sadece duyularıyla algılayabileceği şeylerden haz ya da acı duyabiliyor. Biraz kendisine de yabancılaşmamış mı?
         Tüm bu uzak durma ve yabancılaşmaya toplum nasıl tepki verir diye düşünürsek, belki kitabın temel mesajlarına bir giriş yapabiliriz. Okurken bir de dışarıdan bakın önerim bu yüzdendi aslında. Siz de toplumun bir bireyi olarak garipserdiniz bu adamı, siz de cezalandırırdınız kolayca. Oysa o neden cezalandırıldığını bile anlayamıyor onca yargılamanın sonucunda. Katil olduğu için katletmiyor kimse onu, zaten ülkeler ve toplumlar onlarcasını öldürüyor her gün, bir "Arap"ın öldürülmüş olması cezayı verenlerin umurunda değil. Ancak cinayet işlemiş bir adam annesinin cenazesinde ağlamamışsa eğer, "o cinayeti de büyük bir zevkle işlemiştir", böyle bir canavar toplumun ve hukukun üstünlüğüyle yok edilmelidir. Yabancı bunları anlayamaz, kendi hissettiklerini açıklayamaz.
         "Yaptığım herhangi bir şeyden dolayı hiçbir zaman gerçek pişmanlık duyamamış olduğumu ona samimi olarak, hatta dostça açıklamaya çalışmak isterdim. Ben her zaman olacak şeyin, bugünün veya yarının etkisi altında olan bir insandım.Fakat şimdi içinde bulunduğum bu durumda, hiç kimseye bu tarz bir şey söyleyemezdim." (Sayfa 92)
         Artık yabancının isteyebileceği tek şey "idam gününde çok seyirci bulunması ve bunların kendisini hınç dolu haykırışlarıyla karşılamalarıdır."(Sayfa 110)

         "Mektubu yazdım. Biraz rastgele yazdım ama Raymond'u da memnun etmeye çalıştım, çünkü onu memnun etmemek için bir sebep yoktu ortada."
         ""Öyleyse neden evleneceksin benimle?" dedi. Ben de ona bunun bir önemi olmadığını, ama o arzu ediyorsa evlenebileceğimizi anlattım. Zaten bunu isteyen oydu, bana düşen de evet demekti."
         "Herkes bilir ki, hayat, yaşamak zahmetine değmeyen bir şeydir. Aslında otuz ya da yetmiş yaşında ölmenin önemli olmadığını bilmez değildim; çünkü her iki halde de başka erkeklerle başka kadınlar yine yaşayacaklar ve bu, binlerce yıl devam edecektir."


  7. Kırmızı Bisiklet

    1 Kasım 2013 Cuma

     

         Bir evlat, baba olma yolunda neler hisseder? Aldığı bayrağı devredeceği çocuk nasıl büyür? Üç neslin bir arada olması nasıl bir haz verir insana?
         Can Dündar, bu kitabını babasına ithaf ederek yazmış, oğluna bir dünya bırakmanın kaygısıyla. Ama bu dünyada çocuğa bırakılan ev değil bahsi açılan, tam anlamıyla bir "dünya". Bunun kaygısıyla çocuklar ve çocuklukla ilgili çok ilginç şeyler araştırmış Can Dündar. Masallar, oyuncaklar, reklamlar, okullarda okunan antlar, özenle yapılan ya da hiç yapılmayan ödevler, kurslar, anneler, babalar ve onların babaları...
         Kendini dünyadaki şanslılardan sayıyor yazar. Öyle ya babasıyla oğlunu bir arada gören, birine çok büyük saygısı, diğerine aynı oranda telaşı olan bir insan nasıl mutlu olmaz bundan.
         "Babamın oğluydum önce...
         Oğlumun babası oldum sonra...
         Ben de "Bab-ba"ydım artık...O cılız adımlar bana koştu; topu almak bana düştü. Yarın, okuldan örselenip geldiğinde pazularımı göstereceğim güvensin diye..."
         Bu tadı bir kez yaşayan bir babayı yeni sorular bekler artık. Bizim büyüdüğümüz dünyayla şimdiki çocukların dünyası aynı değil. Öncenin sokakta koşan, oynayan çocukları, şimdi zamanın peşinden koşarken kendi çocuğunun nereye gittiğini göremiyor. Can Dündar'ın tespitleri çok haklı. Aynı zamanda çok trajik. Biz büyüklerin kariyeri çocukların ruhunu olumsuz etkiliyor çünkü hırslıyız, zaman kaybına tahammülümüz yok. Biz büyüklerin savaşları, doğduğu yeri seçme şansı olmayan çocukların geleceğini bombalıyor. Biz büyüklerin istekleri, onları geleceğin isteksiz bireyleri olmaları için hazırlıyor.
         ""Ey vatan gözyaşların dinsin yetiştik çünkü biz" marşıyla yetişenlerin çocukları, vatanın durumu "bozulduğu" için, mezun olur olmaz bir burs bulup ülke "değiştirme" telaşında..."
         Etrafımızda olan her şey dengesini yitirmiş. Her şey daha iyi olmanın heveslisi. Küçük yaşta başlamak lazım daha iyi olmaya, kurslarla, derslerle, kıyafetlerle, ezberle... ama oyunla değil, ama eskiden olduğu gibi değil.
         "Modern dünyanın boş zamanlarına kadar köleleştirdiği insanoğlunun son kalesi çocukluk...
         Hiyerarşi gözetmeksizin herkese ağzına geleni söyleyebildiği, özgürce oyunlar oynayabildiği, düş gücünü doyasıya kullanabildiği yegâne yaşam dilimi...
         Elimizde kalan son bir kaç yılı da bizden almaya çalışıyorlar.
         Zaten nicedir büyüklerin kıyafeti içinde birer minyatür gibi çocuklar...
         ...
         "Oyun" denilen koca yaratıcılık bahçesi, budana budana kreşlerin dört duvarı arasında büyüklerin kurguladığı birkaç saatlik seanslara sıkışmış durumda..."
         Hırslarımıza kapılıyoruz, kendi yapamadıklarımızı çocuklarımızdan istiyor, onların dünyasında yarattığımız etkiyi düşünmüyoruz. Sevgiyle başlayan hatta yer yer gözlerinizin dolmasına sebep olan kitapta acı gerçeklerle yüzleşme vaktinin geldiğini söylüyor Can Dündar. İntihar eden çocuklardan dem vuruyor, ve suçluyu anlatıyor şu satırlarıyla:
         "...Musalla taşındaki bu minicik ceset ve onun başucunda haykırılan bu çaresiz dilek karşısında eğelim başımızı...
         Onlara sevgiyi öbür dünyada arattığımız için utanalım.
         Ve çocukları değil, ana babalarını tedavi altına alalı.
         Çünkü tembellik değil, ana babalarının başarı hırsı öldürüyor çocuklarımızı...
         Sokuldukları kahrolası bir at yarışının dizginleri körpe boyunlarını kırıyor."
         Dahası var bu suçlamaların, hepsi de haklı. Ancak geri kalanını merak edenler alıp kitabı okumalı. Sadece aile içindeki eğitim sistemimiz bile başlı başına sorgulanmalı. Can Dündar kimi acı kimi tatlı örneklerle aktarmış çarpıklıkları Kırmızı Bisiklet'te, tabi baba olmanın da bilinciyle. Büyüklere bir saygı duruşu, küçüklere gösteremediğimiz şefkat var bu kitapta, iyi okunmalı.
         Yukarıdaki son alıntı aklıma Her Çocuk Özeldir filimi getirdi. O da hemen hemen aynı etkiyi ve eleştirel bakışı yaratıyor insanda. Hint yapımı filmi izleyince, bu amansız hırsın tüm dünyayı etkisi altına aldığını da görüyorsunuz. Konuya ilginiz varsa onu da izlemenizi tavsiye ederim.


Hürriyet

Bumerang - Yazarkafe